Donald Trump, 20 Ocak 2025’te ikinci kez Beyaz Saray’a çıkarak başkanlık koltuğuna oturdu.
Göreve gelişinin üzerinden geçen 100 gün, attığı radikal adımlarla hem ABD’de, hem dünyada büyük yankı uyandırdı. Trump’ın ikinci dönemle birlikte yeniden iktidara gelmesi, Türkiye-ABD ilişkilerinde de yeni bir dönemin kapısını araladı. Göç politikalarında atmış olduğu adımlar da dünya basını başta olmak üzere pek çok alanda konuşulan bir başka önemli konu oldu.
İlk konumuz tüm ülkeleri yakında ilgilendiren göç konusu… Çünkü Trump’ın geride kalan 100 günde göç politikalarında radikal kararlar aldığını ve uygulamaya koyduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
TRUMP’IN GÖÇ POLİTİKALARI: SERTLİK Mİ, CAYDIRICILIK MI?
Donald Trump, Beyaz Saray’daki ikinci dönemine hızlı ve tartışmalı adımlarla başladı. Seçim kampanyasında sınır güvenliği ve düzensiz göçle mücadeleyi en öncelikli başlık haline getiren Trump, göreve geldiği ilk gün bu vaadini hayata geçirdi. Biden döneminde devreye alınan ve yasal göç yollarını teşvik etmeyi amaçlayan “CBP One” uygulaması, Trump’ın ilk kararlarından biriyle rafa kaldırıldı.
Bu hamle, sadece bir uygulamanın sonu değil; aynı zamanda Trump’ın göç politikalarında izleyeceği sert çizginin de açık bir göstergesiydi. Nitekim arkasından gelen kararlar da bunu doğrular nitelikteydi. Guantanamo Körfezi’nde, suç bağlantısı olduğu iddia edilen düzensiz göçmenlerin tutulacağı 30 bin kişilik dev bir tesisin inşası için talimat verdi. Bu karar, insan hakları örgütlerinin ve hukuk çevrelerinin tepkisini çekerken, Trump cephesi bunu “ulusal güvenlik” önlemi olarak savundu.
Göçmen karşıtı tutum burada da kalmadı. ABD-Meksika sınırına 1500 asker daha sevk edildi. Dahası, yalnızca savaş zamanlarında kullanılan “Yabancı Düşmanlar Yasası” yeniden devreye sokularak, terör örgütleriyle bağlantılı olduğu iddia edilen göçmenlerin hızlıca sınır dışı edilmesinin önü açıldı. Bu kapsamda Venezuela kaynaklı çetelerle bağlantılı olduğu belirtilen yüzlerce kişi El Salvador’a gönderildi.
Trump’ın politikaları, göçmen krizini kontrol altına almak için atılmış güçlü adımlar olarak da değerlendirilebilir; ancak bu yöntemlerin, uluslararası hukuk ve insan hakları açısından nasıl sonuçlar doğuracağı da ciddi bir tartışma konusudur. Trump, bir kez daha sertliği caydırıcılık olarak sunuyor; ama bu kez dünyanın buna tepkisi çok daha dikkatli olacak gibi görünüyor.
ERDOĞAN-TRUMP HATTI: İKİNCİ DÖNEMDE YENİ SAYFA MI?
100 günde bir diğer önemli konulardan biri ise Türkiye ile değişen ve olumlu bir havaya evrilen temaslar…
Donald Trump, ikinci başkanlık döneminde dış politika sahnesine hızlı ve alışıldık biçimde sürprizli bir giriş yaptı. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ile yaptığı görüşmede verdiği mesajlar, sadece Washington-Tel Aviv hattında değil, Ankara’da da dikkatle takip edildi. Trump, Suriye konusunu masaya yatırırken Türkiye’nin bu alandaki etkisini açıkça kabul etti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik övgü dolu sözleriyle gündem yarattı.
“Erdoğan adında bir adamla çok iyi ilişkilerim var.”
Trump’ın bu cümlesi, siyasi nezaketin ötesinde bir mesaj taşıyordu. Çünkü hemen ardından gelen cümleler daha da netti:
“Basının Erdoğan’ı sevmeme kızdığını biliyorum ama ben seviyorum, o da beni seviyor. Hiçbir sorunumuz olmadı.”
Trump’ın Erdoğan’a yönelik bu samimi ve koruyucu dilinin iç politikaya da mesaj taşıdığı aşikâr. Amerikan medyasının ve siyasetin önemli bir kesiminin Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yönelik eleştirilerine rağmen, Trump bu eleştirileri önemsemediğini net bir dille ifade etti.
Dahası da var. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye’deki hamleleri için, “Başka kimsenin yapamadığını yaptı. Hakkını vermek lazım,” demesi, sadece bir takdir ifadesi değil; aynı zamanda Türkiye’nin bölgede vazgeçilmez bir aktör olduğunun altını çizme çabasıydı.
Netanyahu’nun Türkiye ile yaşanan sorunları gündeme getirmesi üzerine Trump’ın verdiği yanıt ise tam anlamıyla arabuluculuk teklifiydi:
“Siz makul olduğunuz sürece, bu konuda siz de biz de makul olmalıyız.”
Bu, hem İsrail’e yönelik bir uyarı hem de Türkiye lehine diplomatik bir hamle olarak okunabilir.
Trump’ın bu çıkışı sadece söylem düzeyinde kalmadı. Ekonomik alanda da Türkiye’ye diğer ülkelere kıyasla daha düşük oranda (%10) ek tarife uygulanacağını duyurdu. Bu, hem iş dünyası hem de diplomasi çevreleri için dikkate değer bir sinyal…
Savunma alanında ise çok daha çarpıcı bir gelişme yaşandı. Amerikan Fox News kanalının haberine göre, Trump, Erdoğan ile yaptığı son telefon görüşmesinden sonra Türkiye’ye yeniden F-35 satışı konusuna sıcak bakmaya başladı. Ancak bu satışın önündeki en büyük engel hâlâ yürürlükte kalmaya devam eden CAATSA yaptırımları… Trump’ın kendi ekibine, “Türkiye bu yaptırımlardan nasıl muaf tutulabilir?” sorusu üzerine bir çalışma yapılmasını istemesi, bu konuda adım atabileceğinin en büyük işareti!
Özetle; Trump’ın ikinci döneminde Türkiye ile ilişkilerde yeni ve daha yakın bir dönemin sinyalleri veriliyor. Ancak bu yakınlığın kalıcı olup olmayacağı, sadece Trump’ın kişisel yaklaşımına değil, Kongre’nin ve Amerikan bürokrasisinin direncine de bağlı olacak.
Trump’ın kişisel diplomasisiyle şekillenen dış politika dili, Erdoğan’la olan özel ilişkisinde bir kez daha kendini gösterdi. Fakat bu dostane söylemlerin fiiliyata dönüşüp dönüşmeyeceği merak konusu olsa da, iki ülke arasında olumlu havanın hem diplomatik ilişkilere hem de ekonomiye yansıması ve devamlılığın arz etmesi oldukça önemli.
Trump’ın 100 günlük değerlendirmesinde bir diğer önemli konu da Çin ile ilişkileri…
TRUMP, TARİFELERLE SAVAŞA GERİ DÖNDÜ
Trump, ikinci başkanlık döneminde dış politikada olduğu kadar ekonomide de iddialı bir dönüş yaptı. Daha önceki döneminden alışık olduğumuz “önce Amerika” yaklaşımını yeniden gündeme taşıyan Trump, bu kez gümrük tarifeleri üzerinden küresel ticareti yeniden dizayn etmeye soyundu.
Temel amacı açık: Yurt içi üretimi artırmak ve fiyatları düşürmek. Bunun için ticaret yapılan tüm ülkelere karşılıklı gümrük tarifeleri uygulanacağını duyurdu. Uygulamanın başlangıç oranı yüzde 10 olarak belirlendi. Bu hamle, her ne kadar iç kamuoyunda bazı üretici çevreler tarafından olumlu karşılandıysa da, küresel ölçekte sert bir ekonomik gerilimi tetikledi.
İlk ve en sert tepki, her zamanki gibi Çin’den geldi. Pekin yönetimi, Trump’ın tarifelerine aynı oranla yanıt verdi. Fakat bu karşılıklı misillemeler kısa sürede kontrolden çıktı. Avrupa ve diğer bazı ülkeler için tarifeleri 90 gün erteleyen Washington, Çin’e karşı doğrudan hamle yaparak uygulanan tarifeyi yüzde 145’e çıkardı. Çin’in cevabı ise gecikmedi: ABD mallarına yönelik vergiler yüzde 125’e yükseltildi.
Bu, yalnızca bir ekonomik çekişme değil; aynı zamanda küresel ekonomik sistemin temel taşlarını zorlayan bir restleşme oldu.
Ticaret savaşları artık sadece rakamlarla değil, jeopolitik denklemlerle de okunmak zorunda.
Trump, yaşanan gerilim üzerine Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in kendisini telefonla aradığını öne sürdü. Ancak Çinli yetkililer bu iddiayı yalanladı. Bu yalanlama, yalnızca bir diplomatik polemik olarak kalmadı; aynı zamanda iki ülke arasında oluşan güven bunalımını daha da derinleştirdi.
Şimdi gözler sadece Trump’ın atacağı yeni adımlarda değil, bu adımların Amerikan ekonomisi üzerindeki etkisinde. Çünkü iç üretimi artırmak isterken tüketiciye daha pahalı ürünler sunma riski de göz ardı edilmemeli! Dahası, Çin gibi bir ekonomik devle ticaret savaşına girmek, sadece ekonomik değil, stratejik sonuçlar da doğurabilir.
Trump bir kez daha meydanı boş bırakmadı. Ancak bu kez oyun daha karmaşık, rakip daha hazırlıklı ve dünya çok daha gergin.