Bir kadın daha…
Bir genç kız daha…
Bir hayat daha bavula sığdırıldı.
Ve biz bir kez daha ekran başında, sosyal medyada, sokakta öfkeyle “Yeter artık!” diye haykırıyoruz. Son günlerde hepimizin içini parçalayan ve kamuoyunda “bavul cinayeti” olarak anılan vahşi olay, Türkiye’nin kanayan yarası olan kadına yönelik şiddetin ne kadar sistematik, köklü ve derin bir sorun olduğunu bir kez daha gösterdi.
Geçmişten Günümüze Acı Bir İstatistik
Türkiye’de kadın cinayetleri, yıllar içinde artan bir seyir izledi. TÜİK’in yayınlamaktan kaçındığı ama kadın örgütlerinin titizlikle tuttuğu kayıtlara göre, 2000’li yılların başında yıllık 60-70 civarında olan kadın cinayeti vakaları, 2010’lardan itibaren yılda 300’ü aşar hâle geldi. Bazı yıllarda bu sayı 400’ü buldu.
Ve bu sayılar yalnızca “resmî olarak bilinen” cinayetleri kapsıyor. “İntihar” olarak kayda geçen ama arka planında sistematik şiddet olan vakalar bu istatistiklerin dışında kalıyor.
Neden Öldürülüyoruz?
Kadınlar, en çok “en yakınları” tarafından öldürülüyor. Eski eş, sevgili, baba, ağabey, hatta oğlu… Kadın cinayetleri sıradan bir adli vaka değil, bir zihniyet meselesi. Kadınlar, kendi hayatları hakkında karar almak istedikleri için öldürülüyor. Boşanmak istedikleri, kendi yollarını çizmek istedikleri, hayır dedikleri, özgür olmak istedikleri için öldürülüyorlar.
Ve bu cinayetlerin ardında, kadını ikinci sınıf gören, onu erkeğin “malı” sayan, kadının iradesini tanımayan ataerkil kültür ve cezasızlık düzeni yatıyor.
Hangi Adımlar Atıldı?
2005 yılında Türk Ceza Kanunu’nda yapılan değişikliklerle namus cinayetleri artık “ağırlaştırılmış müebbet”le cezalandırılıyor. 2012’de yürürlüğe giren 6284 sayılı yasa, şiddete uğrayan kadına koruma tedbirleri sağlıyor.
İstanbul Sözleşmesi 2011’de imzalandı ama 2021’de Cumhurbaşkanı kararıyla feshedildi. Bu karar, kadın hakları savunucuları için bir milat oldu; “geri gidişin” sembolü haline geldi.
Neden Önlenemiyor?
Çünkü yasalar var ama uygulanmıyor. Kadın cinayetlerinden sonra medyada “ağır tahrik indirimi”, “iyi hal indirimi” gibi ifadeler duyuyoruz. Bir erkek takım elbise giydiği, mahkemede “pişmanım” dediği için cezası indiriliyor.
Kadınların başvurduğu karakollarda “barışın” deniyor, uzaklaştırma kararı geç uygulanıyor, kadın korunamıyor. Ve belki de en kötüsü: toplumun büyük bir kesimi hâlâ “Kadın da biraz susmalıydı” diyebiliyor. Bu cümle tek başına bile, tüm sistemi özetliyor.
Ne Yapmalı?
- İstanbul Sözleşmesi’ne geri dönülmeli. Bu bir metin değil, bir yaşam güvencesidir.
- 6284 sayılı yasa etkili biçimde uygulanmalı. Karakollarda, savcılıklarda, mahkemelerde kadınların şikâyetleri ciddiye alınmalı.
- Kadına yönelik şiddet, toplumsal bir seferberlikle ele alınmalı. Eğitim müfredatından medyaya, aile yapısından siyaset diline kadar her alan dönüşmeli.
- Erkek şiddetini meşrulaştıran, kadını kontrol nesnesi gören zihniyetle yüzleşilmeli.
Son Söz Yerine
Bir bavulun içinde bir kadın vardı. Hayalleriyle, korkularıyla, hayat dolu bir genç kız…
Bunu unutmayalım. Unutturmayalım. Kadın cinayetleri artık münferit değil. Bu bir cins kırım.
Bu bir insanlık suçu. Ve eğer hâlâ sessiz kalırsak, o bavulun içinde bir gün hepimizin vicdanı olacak.