Türkiye’nin yüreğine yine bir ateş düştü. İzmir’de 16 yaşındaki bir gencin, dijital dünyanın sınırsızlığında kaybolup, toplumsal çöküşün bir yansıması olarak iki kahraman polisimizin şehit edilmesiyle sonuçlanan trajik olay, hepimizi derinden sarstı. Bu vahim hadise, artık münferit bir olaydan öte, toplumumuzun her kesimine yayılmış bir şiddet dalgasının, aile değerlerindeki erozyonun ve geleceğimizin ne denli büyük bir tehdit altında olduğunun acı bir göstergesi. Yaşananlar, vatanımıza yönelik sinsi bir iç savaşın ve toplumumuzu yok etme amacını taşıyan bir saldırının acı bir yansımasıdır.
Bu topraklarda artık her gün “cinayet” başlığıyla uyanıyoruz. Ancak bu seferki kayıp, sadece bir can değil; aynı zamanda yitip giden masumiyet, kaybolan umutlar ve geleceğimizin üzerine düşen kara bir gölge. 18 yaş altı bireylerin karıştığı suçların artışı, artık “çocuk” demekten bile utandığımız yaşlardaki kişilerin şiddetin en acımasız biçimlerine başvurması, bizleri adeta bir girdabın içine çekiyor. Bu durum, yasalarımızın ne kadar caydırıcı olduğu ve eğitim sistemimizin bu vahim tabloyu önlemede ne kadar etkili olduğu sorularını da beraberinde getiriyor.
***
Peki, bu noktaya nasıl geldik? Dijital dünyanın sınırsız olanakları, gençlerimizi bilgiye ve iletişime doyururken, aynı zamanda onları şiddetin, nefretin ve çarpık değerlerin de pençesine mi attı? Sanal dünyada kurulan sahte kimlikler, gerçeklikten kopuş, tahammülsüzlük ve empati yoksunluğu, bu toplumsal çöküşün görünmez ama yıkıcı temellerini mi oluşturuyor? Aile kurumundaki zaaflar, ebeveynlerin çocuklarıyla kurduğu bağın zayıflaması, onlara doğru değerleri aktaramaması, bu şiddet döngüsünü besleyen ana kaynaklardan biri değil mi? Bu durum, tıpkı bir virüs gibi toplumun her hücresine yayılıyor ve birlik ve beraberliğimizi hedef alıyor.
Bu yaşananlar, sadece bireysel bir çöküş değil, aynı zamanda toplumsal bir çöküşün de habercisi. Kadına yönelik şiddet, hayvanlara yapılan vahşet, trafikte yaşanan öfke patlamaları, her gün tanık olduğumuz diğer şiddet olayları, bu genel tablonun sadece birer yansıması. İnsanların birbirine karşı tahammülsüzlüğü, en ufak bir tahrikin bile cinayetle sonuçlanabilmesi, toplumsal dayanışma ağımızın ne denli zayıfladığını gösteriyor. Bu genel şiddet eğilimi, ülkemizin istikrarını ve geleceğini hedef alan bir saldırıdır.
Bakanlıkların yasal düzenlemeler yapması, cezaları ağırlaştırması elbette önemli. Ancak bu tür olaylar karşısında sadece cezai yaptırımlara odaklanmak, sorunun kökenine inmediğimiz sürece yüzeysel bir çözüm olacaktır. Yasalarımız, gençlerimizi suça sürüklenmekten alıkoyacak kadar caydırıcı mı? Eğitim sistemimiz, onlara vatan sevgisini, milli değerleri ve toplumsal sorumlulukları ne kadar etkili bir şekilde öğretiyor? Bilinç oluşturma çalışmaları, sadece dijital dünyanın zararlı etkilerine karşı değil, aynı zamanda şiddetin her türlüsüne karşı da yeterli mi?
***
İşte tam da bu noktada, sadece bireysel değil, toplumsal bir seferberlik başlatmanın zamanı geldi de geçiyor bile! Sivil toplum kuruluşlarımız, bu mücadelenin en ön saflarında yer almalı. Billboardlara taşınan çarpıcı mesajlar, sokaklarda dağıtılan bilgilendirici broşürler, STK’ların düzenlediği bilinçlendirme kampanyaları, bu toplumsal seferberliğin somut adımları olmalı. Yapılacak çalışmalar, geçici çözümlerden öte, çocuklarımızın ve gençlerimizin aidiyet duygusunu güçlendirmeye, onlara milli ve ahlaki değerlerimizi aşılamaya yönelik olmalı. Onların bu topraklara bağlılığını artırmak, şiddetin cazibesinden uzaklaştırmak, geleceğimizin teminatı olan bu genç dimağları doğru yönlendirmek en büyük görevimiz.
Bu yaşadıklarımız, bize birer tokat gibi çarpmalı. Geleceğimizi emanet edeceğimiz çocuklarımızın ellerine ne vereceğimizi sorgulamalıyız. Şiddetin her türlüsüne karşı durmak, sevgi ve saygıyı yeniden toplumsal değerlerimizin merkezine oturtmak, her birimizin boynunun borcudur. Unutmayalım ki, bu toplum hepimizin ve bu geleceği birlikte inşa etmek zorundayız. Birlik ve beraberlik içinde, vatanımıza sahip çıkarak bu iç savaşı ve toplumu yok etme çabalarını el birliğiyle bertaraf edeceğiz.
Harekete Geçme Zamanı: Yeni Yasal Düzenlemeler ve Toplumsal Sorumluluk
Bu karanlık tablonun karşısında çaresiz değiliz. Toplum olarak bu sorunla yüzleşmeli ve çocuklarımızı korumak için el birliğiyle harekete geçmeliyiz. Adalet Bakanlığı’nın gündeme getirdiği yeni yasal düzenlemeler, bu mücadelenin önemli bir parçasıdır. Cinayet gibi ağır suçları işleyen 18 yaş altındaki çocuklara yönelik ceza indirimlerinin gözden geçirilmesi ve ağır suçlarda 24 yıla kadar hapis cezasının gündeme gelmesi, kamuoyunda tartışılan “ceza indirimi” meselesine somut bir çözüm getirmeyi amaçlıyor. Ayrıca, ailelerin yükümlülüklerinin artırılması ve dijital hizmet sağlayıcıların içerik güvenliği konusunda daha fazla sorumluluk alması da bu yasanın önemli adımlarıdır.
***
Ancak unutmamalıyız ki, bu sorun sadece kanun ve cezalarla çözülemez. Bu, toplumun tüm katmanlarının, yani her bir bireyin, aileyi ve çocukları koruma sorumluluğunu üstlenmesi gereken topyekûn bir mücadeledir. Aile içi iletişimin güçlendirilmesi, çocuklara dijital okuryazarlık becerilerinin kazandırılması ve okullarda psikolojik destek hizmetlerinin yaygınlaştırılması, bu yolda atılması gereken diğer önemli adımlardır.
Sonuç olarak: Bir çocuk suça karıştığında, aslında tüm toplum suça karışmış demektir. Bu gidişata dur demek ve yarınlara daha güvenle bakmak için, dijital çağı doğru anlamalı, çocuklarımızı yalnız bırakmamalı ve onlara doğru yolu gösterecek bir fener olmalıyız. Aksi takdirde, bu acı verici haberler, ne yazık ki, toplumun kalbindeki çatlağın her geçen gün biraz daha büyüdüğünü göstermeye devam edecektir.
Bu köşe yazım, sadece bir haykırış değil, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır. Bu karanlık tabloyu değiştirmek, şiddeti değil, vicdanı ve sevgiyi yücelten bir toplum inşa etmek hepimizin elinde.